17 Oca 2009



Bir lise öğretmeni bir gün derste öğrencilerine bir teklifte bulunur: “Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz?” 

Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler. ”O zaman” der öğretmen.

 “Bundan sonra ne dersem yapacağınıza da söz verin” Öğrenciler bunu da yaparlar. “Şimdi yarınki ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz!”

 Öğrenciler , bu işten pek birşey anlamamışlardır. Ama ertesi sabah hepsinin sıralarını üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır.

 Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen: “Şimdi, bugüne dek affetmeyi reddettiğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun.”

 Bazı öğrenciler torbalarına üçer-beşer tane patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuştur. Öğretmen, kendisine “Peki şimdi ne olacak?” der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar: “Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde? hep yanınızda olacaklar.”

 Aradan bir hafta geçmiştir. Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikayete başlarlar: “Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor.” “Hocam, patatesler kokmaya başladı. Vallahi, insanlar tuhaf bakıyorlar bana artık.” “Hem sıkıldık, hem yorulduk?” 

Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir: 

“Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkum ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir ihsan olarak düşünüyoruz, halbuki affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir.

5 Oca 2009

BİR BOŞANMA DÂVASI



                Mahkeme salonu gün ortası tenhalığındaydı. İlginç bir dâva olmadığı için salonda fazla izleyici yoktu. Gencecik hakim salona girdi. Önündeki dosyaya bir göz attı: "Yine boşanma dâvası ha!" Başını kaldırdı. Bakışla­rını dâvâlıyla davacıya çevirdi. İkisi de 70'ini aşkın görünüyordu. Şaşkınlık içinde sordu: "Boşanmak mı istiyorsunuz?" Yaşlı kadının gözleri doluydu.

   Kırpışma kırpıştım torunu yaşındaki hakime baktı ve inim inim bir sesle  hikâyesini anlatmaya başladı: 

"Bu gördüğün adamla 50 yıl kadar önce  evlendik yavrum! Evlendiğimizin birinci yıldönümünde kocam olacak bu adam bana sedef çiçeklerinden oluşan bir buket verdi. Onları öyle çok sevdim ki, yapraklarından yeni sedef çiçekleri ürettim. Zamanla çoğaldılar. Çocuğum da olmadığı için bütün sevgimi onlara yöneltmiştim. isimler bile takmıştım." 

Gözlerini sildi: "Her gün sedef çiçeklerimi suluyor, toprağını havalandırıyor, sevip okşuyor ve onlarla konuşuyordum. Bir gün baktım, yaprakları sararmaya başladı. Kocam bahçıvandır. Çiçeklerimin neden sararıp solduklarını sordum. Bana dedi ki: 'Sedef çiçekleri gündüz değil, gece yarısından sonra sulanırmış. Bunu duyduğumdan beri hasta­lıkta sağlıkta, soğukta sıcakta, tam 50 yıl boyunca her gece sabaha karşı saat 2 de yatağımdan kalkıp evlâtlarını emziren anne hassasiyeti içinde sedef çiçeklerimi suladım. Bu benim kocam olacak adam, 'Bir gece de ben kalkayım, karıma yardımcı olayım!' demedi. Hiçbir faydasını görmedim." 

"Peki!" diye araya girdi genç hakim, "Boşanmak için bunca sene neden bekledin nine?" Yaşlı kadın yemenisinin ucuyla gözlerini silerken konuştu: "Ailenin kutsal olduğunu öğrettiler bize evlâdım, zırt pırt boşanma olmaz. Boşanmak için bıçağın kemiğe dayanması lâzım!" 

"Anladım !" derken gülümsedi hakim, "Peki, bıçak ne zaman kemiğe dayan-  di?" "Birkaç gün önce!" diye soruya cevap verdi yaşlı kadın, "Yorgunluktan, belki de yaşlılıktan o gece uykuda kalmışım. Çiçeklerime su vereme­dim. Yavrucaklar susuzluktan sararıp soldular. Kocam olacak adam, hiç olmazsa beni uyandırarak yardım etseydi! Ama hayır! O kadar duyarsız ve umursamaz biridir ki, uyanmışsa bile sırf bana yardımcı olmamak için  beni uyandırmamıştır. Böyle bir adamla artık bir dakika bile evli kala­mam, lütfen bizi boşayın!"

 Kadın sustu. Gözlerini tekrar sildi. 

Gencecik hakim yaşlı adama döndü: "Nineyi duydun, söyleyecek bir şeyin var mı?" "Var!" dedi yaşlı adam, karısı tarafından ağır şekilde suçlandığı için Önüne doğru bakarak anlatmaya başladı: 

"Askerliği reisicumhur köşkünde bahçıvan olarak yaptığım sırada tanıdım Ayşe'mi. Ona sedef çiçeklerin- den buketler verdim. Delice sevdik birbirimizi. Sonra evlendik. Evliliğimi­zin ilk yıllarında boyun ağrısı çektiği için doktora götürmüştüm. Doktor, boyun kireçlenmesi teşhisi koydu. Uzun süre yatakta kalırsa boynunda­ki kireçlenmenin artacağını, bu sebeple her gece kalkıp gezinmesi gerek­tiğini söyledi. Fakat eşim inatçıdır, doktoru dinlemedi. Aramızda bu tar­tışma sürerken sedef çiçekleri yaprak dökmeye başlamaz mı, hemen aklıma bir cinlik geldi: Onları gece yarısından sonra sularsa yeşereceğini söyledim. Böylece uzun süre yatakta hareketsiz kalmamasını sağlamak istiyordum. Ancak uykusu ağırdır Ayşe'min. Bu yüzden yıllardır saat 2'lere kadar uyumadım. Çeşitli yollardan onu uyandırdım. Sevdiğim ka­dını evlâdı gibi sevdiği çiçeklerini sularken her gece gizlice seyrettim. Ama geçen gece yaşlılık işte, uyanamamışım. Uyanamayınca da Ayşe'mi de uyandıramadım. Çiçekler susuz kaldı. Bu yüzden de suçlanıyorum. Ve dünyada her şeyden çok sevdiğim kadın, bu yüzden beni boşamak istiyor."

 Yaşlı kadın kocasına baktı. Hıçkırdı, sarsıldı. "Nasıl da yanılmışım?" diye bağırdı. Sendeleye sendeleye kocasının yanına gitti, kocasına sarıldı. 

"Her şey göründüğü ya da sanıldığı gibi değildir" diye mırıldandı gencecik hakim, 

"Herkes hayatı kendi duruşuna göre yorumlar." 

Dosyayı mübaşire uzattı: "Dâva düşmüştür." 

Gözlerinden iki damla yaş damlıyordu.

            .           

BALONCUNUN ZENCİ ÇOCUĞA İBRETLİK CEVABI


Küçük zenci çocuk şehrin lunaparkında dolaşırken satıcının elindeki balonları seyre dal­mıştı.

Her renkten ve her biçimden balonlar ışıl ışıl parlıyorlardı. Derken birdenbire kır­mızı balon kazara bağlandığı yerden kurtularak havada uçtu, uçtu, uçtu ve nihayet aşa­ğıdan seçilemeyecek kadar yükseldikten sonra gözden kayboldu.

Bu manzarayı seyret­mek için öyle insan kalabalığı toplanmıştı ki, satıcı bir tane daha bırakmanın iyi reklam olacağını düşünerek havaya parlak sarı renkte balon daha bıraktı. Arkasından bir tane de beyazını çözdü.

Küçük zenci, olduğu yerden büyük hayranlık içerisinde ardı ardına uçan rengârenk balonları seyrettikten sonra "Baloncu amca!" dedi. "Acaba bir de siyah renkte balon bıraksanız, ötekiler kadar yükselir mi ?"

Baloncu adam anlayışlı bakışla ço­cuğa tebessüm ederek siyah renkli balonu çözdü.

Parmaklarını gevşetip onu da boşluğa bırakırken "Yavrum !" dedi,

"Bizi yükselten dışımızdaki renk değil, içimizdeki cevherdir."

Altın renkli kutu



 

         Pek çok şeyi çocuklardan öğreniriz. 

Geçenlerde bir arkadaşın 3 yaşındaki kı­zını bir rulo altın renkli kaplama kâğıdını ziyan ettiği için ceza­landırmıştı.

 Durumları iyi değil­di ve kızının kâğıtları bir kutuyu süslemeye harcaması onu çok sinirlendirmişti. 

Buna rağmen küçük kız ertesi sabah hediyeyi babasına getirdi ve "Bu senin için babacığım!" dedi. 

Arkada­şım, gösterdiği tepki için kendi­ni suçlu hissetti ama kutunun boş olduğunu görünce için için sinirlenmekten de kendini alamadı. 

Kızına bağırdı: "Birine hediye verdiğin zaman içinin dolu olması gerektiğini bilmi­yor musun?" 

 Küçük kız babası­na yaşlı gözlerle baktı ve şöyle dedi: "Ama babacığım, kutu boş değil ki! Ben kutunun içine öpücüklerimi üflemiştim. Hepsi senin için babacığım!"

 Babanın içi paramparça olmuştu. Kızını kucakladı ve onu affetmesi için yalvardı. 

 Arkadaşım bu altın renkli kutuyu yatağının başucunda yıllarca sakladığını anlat­tı bana.

 Ne zaman cesaretini kaybetse, kutunun içinden ha­yalî bir öpücük çıkarıyor ve onu oraya koyan çocuğunun sevgi­sini hatırlıyordu.

  Gerçek anlam­da bakmak gerekirse, her birimiz arkadaşlarımız ve aileleri­miz tarafından bize sunulan kar­şılıksız sevgi ve öpücüklerle do­lu altın renkli kutulara sahibiz. 

Dünyada sahip olabileceğimiz en değerli şeylerdendir bunlar...