29 Ara 2008

Hamal



      Hamalsan iki şey önemlidir senin için : Yük ve yol..
Ancak sırtına aldığın yükle bu mesafeyi aşabilirsen, ücret mevzu bahis oluyor. Aksi olursa, cereme çekiyorsun!
Bunu düşünüyordum. Yanımdaki hamalla yola çıktık. İhtiyardı. Kendinden büyük bir yük almıştı. Benim sırtımda ise bir kaç bavul vardı sadece, onunkinin çeyreği… Diyordum ki içimden “Çok gitmeden kıvrılırsa titreyen bacakları, yüklenirim sırtındaki yükün yarısını!..”
Nitekim, çok geçmeden dedi ki;
“Mola vakti. Gel biraz dinlenelim!..”
“Ne molası”, dedim ona hayretle. “Ben daha terlemedim!..” Sözüme aldırmadı. Durdu. Çöktü. Salarken yükünün ipini, “Sen de dinlen hadi” dedi.
Benim canım sıkılmıştı bu işe. Genç olduğumu, ondan kuvvetli olduğumu, bunun gibi bir bunakla yola çıkmamın ne büyük hata olduğunu düşünüyordum. O ihtiyar, bir bacağını azıcık uzatmış halde sessizce dinleniyorken, ben huzursuz bir şekilde ayakta dolanıyordum.
Bir saat kadar sonra yine durdu, oturdu, sonra uzanarak dinlendi. Ben kızgınlıkla dolandım etrafında.. “Yükünü indirip sen de dinlen” demesine aldırmadım, ona daha çok kızdım.. Sonra yine durdu. Bana da dinlenmemi söyledi yine ama onu dinlemedim, dinlenmedim.
Yarım sat sonra “dinlenelim mi?” diye sordu, aksi aksi başımı salladım.. Kaçıncı molasıydı hatırlamıyorum, birden bire dizlerimin bağı çözüldü. Kafamın içinde uçuşan kara kara sinekler sustu, çöküp kaldım. Kayış kolumdan çıktı, sırtımdaki bavullar kaydı. Ne kadar zaman geçtiğini fark etmedim. Uyumuştum da uyandım mı, yoksa bayılmıştım da ayıldım mı anlamadım. Baktım kendi kocaman yükünün üzerine benim bavullarımı da bağlamıştı. Küçük tasına birazcık su koyup dudağıma dayadı, içtim. Sonra koluma girerek; “Haydi kalk”, dedi “Bana yaslan. Ağır ağır gider ve bir süre sonra yine dinleniriz.” Dediğini yaptım. Omuzundan güç aldım, ama asıl anlattıkları iyi geldi bana.
“Ben yılların hamalıyım”, dedi. “Nice pehlivan yapılı adamlar gördüm. Çoğu dinlenmek istemediklerinden yükleriyle birlikte kendilerini de toprağa serdi sonunda. Yolda gördüğümüz, saçılmış kuru kemiklerin çoğu anlattığım bu insanlara ait. Halbuki bir yükü taşımak bizim işimiz, altında ezilmek değil!. Unutma ki bu yük taşıdıkça ağırlaşır. Dinlenerek sen yükünü hafifletiyorsun! Belki günün birinde hamallığın şekli değişir. Belki o günleri ben göremem. Ama sen kavuşursan o zamanlara, aman ha, kafanın içinde de sakın yük taşıma !.. Akşamları bırak ve hafifle. Sabah dinlenmiş olarak yeniden taşırsın yükünü. Bizim işimiz, bugünü yarına taşımak, bugünün altında yok olmak değil!
Çünkü yarınlarda bizi bekleyenler var, taşıdıklarımızı bekleyenler var..”

21 Ara 2008

fincan mı kahve mi



İş hayatında önemli yerlere gelmiş bir grup eski me­zun arkadaş üniversitedeki hocalarından birini ziyarete gitmiş.

Çeşitli konular konuşulduktan sonra sohbet, işin doğurduğu strese ve hayatın zorluklarına gelmiş.

Yaşlı üniversite hocası ziyaretçilerine kahve ikram etmek üzere mutfağa gitmiş ve değişik boy, renk ve kalitede birçok fincanın bulunduğu tepsiyle geri dönmüş. Kimi porselen, kimi seramik, kimi cam, kimi plastik olan fin­canları ve kahve termosunu masaya koyup kahvelerini oradan almalarını söylemiş.

Bütün eski öğrenciler kah­velerini alıp koltuklarına döndüklerinde hocaları onlara şunu söylemiş: "Farkına vardınız mı bilmem? Zarif gö­rünümlü, güzel, pahalı fincanların hepsi alındı; masada yalnızca ucuz ve basit görünümlü fincanlar kaldı.

Elbet­te kendiniz için en güzelini istemek ve onu almak çok normal ama işte bu demin bahsettiğiniz problemlerini­zin ve stresin sebebi.

Hepinizin istediği fincan değil, kahveyken; bilinçli olarak herbiriniz birbirinizin aldığı fincanları gözleyerek daha iyi olan fincanları almaya uğraştınız.

Hayat kahveyse; iş, para ve mevki fincan­dır. Bunlar yalnızca hayatı tutmaya yarayan araçlar­dır ama hayatın kalitesi bunlara göre değişmez.

20 Ara 2008

MUSA'LAR YANLIZDIR


Musa'nın olduğu yerde Firavun değil, Firavun'un olduğu yerde Musa vardır.

Yani evvela küfrün zehirden tadı emilecek, sonra panzehir olarak din yetişecek.

Nizam böyle!

Musa kelimesinin ihata edeceği her şahıs, İlahi bir ıslahat fermanıyla insanlar içinde boy gösterirken,

onların evvela yalnız oldukları göze çarpar.

Evet, Firavun kavmine gelen Musa'lar yalnızdırlar.Çünkü Firavun bir meslek erbabı değil, bir dava adamıdır. Davasının yekûnu ise semavi dinlere karşı olmak, hatta elinden gelirse onları yıkmaktır. Bu sebeple çömezlerini yurdun dört bucağına dağıtır; her mahallede hatta ve hatta her evde bir tane bulundurmaya gayret eder. Buna muvaffak da olabilir.

Neticede Musa'lar aleyhine öyle bir sahne kurulur ki, yılana sarılmış Musa, ejderha ile mücadeleye gider. Bunu daha çok açarsak, Musa'ların evladı veya karısı Firavun'un çömezi olabilir, onun namına hareket edebilir.

Musa'lar yalnızdır...

O kadar yalnızdır ki, Allah'tan başka sığınıp güvenecekleri kapı bulamazlar. Karşısına dikilen Firavun ordusuna, hazinesine, maarifine, esnafına, halkına karşı, Musa kimsesizdir, parasızdır, silahsızdır.

Mücadele, maddi kanunların kabul etmeyeceği muvazenesizlik içinde başlar; sonunda zayıf muvaffak olur, kuvvetli mağlup...

Kudret-i İlahi bunu böyle istiyor, kim ne diyebilir?

İşin garip tarafı, Firavun namına iş yapan çömezlerin ekserisi yaptıkları işin mahiyetini bilmezler. Bunu ne için ve kimin namına yaptıklarını anlayamazlar. Dünyanın akıllısı geçinen bu insanlara iman meselesini iki kere iki dört eder basitliğinde takdim etsen aksiseda yapan teneke kutular gibi tekrar ederler fakat anlayamazlar.

Firavun olmasaydı diyemeyiz. Her şey zıddı ile kaimdir. O olacaktır ve olmalıdır. Hakiki mü'minler Firavun'un ateşinde yanıp altın olduğunu ortaya koyanlardır. Kimyada usul böyledir. Kıymetli cevherleri meydana çıkarmak için bileşikleri ateşe atarlar. İşte bu yüzden Musa'lar Firavun'un fırınına düşerler ki, elmasla kömür ayrılsın.

Sonra Firavun'un tâbileri, bizce acayip hatta iğrenç görünen hayatlarını, onlar zevkle devam ettirirler. Mayıs böceği misali... Gübre ile oynamak bu hayvanlar için saadettir.

Müslüman için bütün mesele Firavun'u tespit etmektir. Günahsız insan aramak yerine günah bendini yıkan haini tespit etmelidir.

Musa'yı göremeyenlere şunu söyleyeyim:

Madem Firavun vardır, öyle ise Musa da vardır. Bunlardan birinin varlığı diğerinin varlığını gerektirir. 

                                                                                               Hekimoğlu İsmail

                                                                                                    ALLAH acil şifalar versin hocam

18 Ara 2008

Çocuğun Samimi Duası

Küçük çocuk deniz kenarına oturmuş, gözlerini ilerideki bir noktaya dikmişti. 
Belki bir saattir öylece duruyordu. Onun bu hali, alışveriş için balıkçı san­dallarının kıyıya dönmesini bekleyen ihtiyarın dikka­tini çekti. 
Yaşlı adam seke seke onun yanına gidip "Merhaba delikanlı!" dedi,
 "Bugün deniz çok hari­ka değil mi?" Küçük çocuk başını çevirmeden "Ama rüzgârlı!" dedi, "Topum denize düşünce sürükleyip götürdü." Adam çocuğun yanına oturup "Eğer biraz genç olsaydım, yüzüp onu alırdım!" dedi, "Ama şim­di adım bile atamıyorum." Küçük çocuk ona cevap vermedi. Ve kıyıdan uzaklaşan topunu daha iyi gö­rebilmek için hemen yanındaki tümseğe çıktı. Yaşlı adam sakin ses tonuyla "Ümidini hiçbir zaman kay­betme!" dedi, "Bence dua etsen çok iyi olur." Çocuk büyük sevinçle "Dua etsem topum geri gelir mi?" di­ye sordu, "Denize düştüğü yeri bilir mi?"" Allah is­terse ona öğretir!" dedi ihtiyar, "Topun geri gelme­se de duaların sevabı sana yeter." Küçük çocuk yaş­lı adamın sözlerini biraz düşündükten sonra her okuduğunda dedesinden bahşiş kopardığı duaları ardı ardına sıraladı. Daha sonra da topun dönmesi için Allah'tan yardım istedi. Ama üzüntüsü azalmamıştı. O topa bir sürü para harcamış, bayram parasını bi­le ona katmıştı. Şimdi artık tek şansı, bazen olduğu gibi rüzgârın aniden yön değiştirmesiydi. Ama deniz çok büyüktü, topuysa küçücük... Akşam üstü hava biraz daha sertleşti. Ve güneş batmak üzereyken sandallar döndü. Çocuk eve gitmek istemiyordu. Bu yüzden ihtiyarla birlikte oyalandı. Yaşlı adam hep aynı balıkçıdan alışveriş yapardı. Sonunda onu bu­lup "Avınız inşallah iyi geçmiştir!" dedi, "Eğer varsa birkaç kilo alabilirim." Sandaldaki adam kova için­deki balıkları gösterip "Zaten ancak o kadarcık tut­muştum!" dedi, "Denizde av diye bir şey kalmadı." "Dua etmeyi denediniz mi?" diye atıldı çocuk, "Ümi­dinizi sakın kaybetmeyin!" Balıkçı için her şey nasip­ti. Bunun için de "rasgele" derlerdi. Ama şimdi bir şeyi hatırlamıştı. Yıllar yılı unuttuğu bir şeyi. Çocuğun yanaklarını okşarken "Dua ha!" diye mırıldandı, "O zaman tutar mıyım?" "Tutamasanız bile duaların sevabı size yeter!" dedi çocuk, "Bunu yeni öğren­dim." Balıkçı böyle bir sözü ilk defa duyuyordu. Ba­şını ağır ağır sallayarak "Ben de yeni öğrendim!" di­ye gülümsedi, "Üstelik de küçük bir öğretmenden!" Çocuk bu sözlerden çok hoşlanmıştı. Artık topun git­mesine üzülmüyordu. Yanındaki yaşlı adam ona bir göz kırparken balıkçı tekrar sandala yöneldi ve ağ­ların üzerindeki eski örtüyü açtı. Bir top vardı ora­da. Henüz ıslak olduğundan ışıl ışıl parıldayan bir futbol topu. Balıkçı onu çocuğa uzatıp "Öğretmen­lerin hakkı hiç ödenmez!" dedi, "Bunu biraz önce denizde buldum!" Küçük çocuk rüyada olmalıydı. Hiç beklenmedik şeylerin yaşandığı bir rüya... Ace­leyle sağa sola bakındı. Ama her şey gerçekti. Balık­çı da, sandal da, ihtiyar da... Topuysa işte ellerindeydi. Ona sıkıca sarılıp "Bir daha benden izinsiz gez­mek yok!" dedi, "Ya dua etmeseydim ne olurdu?"

17 Ara 2008

BERBER İN İNANCI



BERBER İN İNANCI
Adamın biri her zaman yaptığı gibi saç ve sakal traşı olmak için berbere gitti.
Onunla ilgilenen berberle güzel bir sohbete başladılar.Değişik konular üzerinde konuştular. Birden Allah ile ilgili konu açıldı…

Berber: ” Bak adamım, ben senin söylediğin gibi Allah’ın varlığına inanmıyorum.”

Adam: ” Peki neden böyle diyorsun?”

Berber: ” Bunu açıklamak çok kolay. Bunu görmek için dışarıya çıkmalısın. Lütfen bana söyler misin, eğer Allah var olsaydı, bu kadar çok sorunlu, sıkıntılı, hasta insan olur muydu, terkedilmiş çocuklar olur muydu? Allah olsaydı, kimseye acı çektirmez, birbirini üzmezdi.Allah olsaydı, bunların olmasına izin vereceğini sanmıyorum…”

Adam bir an durdu ve düşündü, ama gereksiz bir tartışmaya girmek istemediği için cevap vermedi. Berber işini bitirdikten sonra adam dışarıya çıktı. Tam o anda caddede uzun saçlı ve sakallı bir adam gördü.Adam bu kadar dağınık göründüğüne göre belli ki traş olmayalı uzun süre geçmişti. Adam berberin dükkanına geri döndü.

Adam: ” Biliyor musun ne var, bence berber diye birşey yok”Berber: ” Bu nasıl olabilir ki? Ben buradayım ve bir berberim.”Adam: ” Hayır, yok. çünkü olsaydı, caddede yürüyen uzun saçlı ve sakallı adamlar olmazdı.”

Berber: ” Hımmm… Berber diye birşey var ama o insanlar bana gelmiyorsa, ben ne yapabilirim ki?”
Adam: ” Kesinlikle doğru! Püf noktası da bu! Allah var, ve insanlar ona gitmiyorsa, bu gitmeyenlerin tercihi. İşte dünyada bu kadar çok acı ve keder olmasının nedeni!”

16 Ara 2008

İKİ BARDAK SU


Zamanın birinde bir hükümdar varmış, zenginliği tüm dünyaca bilinirmiş.

Hükümdar her gittiği yere hazinesinin bir bölümünü götürür ve bunları sergilemekten büyük onur duyarmış.

Hükümdarın yasamda en çok güvendiği, tek akıl hocası bir bilge kişiymiş. Günlerden bir gün bu bilge kişiyle otururken hükümdar şöyle bir soru sormuş:-Sen ki göğün gizemine ermiş, bilime yön vermiş bir adamsın.

İnsanlar, ister hükümdar denli güçlü, ister savaşçılar denli onurlu olsun ayağına kapanır ağzından çıkacak bir sözü beklerler. Şimdi senin gibi bilge bir adamın fikrini merak etmekteyim, benim hükümdarlığım ve servetim hakkında ne düşünüyorsun?Bilge bu soru karşısında hükümdarın gözlerine bakarak şu sözleri söylemiş:

-Diyelim ki hükümdarım, kızgın ve uçsuz bir çöldesiniz. Ölmemek için, size uzatacağım bir bardak suya servetinizin yarısını verir miydiniz?

-Verirdim tabii.

-Zaman geçti diyelim susuzluğunuz arttı, size uzatacağım bir sonraki bardağa servetinizin öteki yarısını da verir miydiniz?

Hükümdar biraz düşünür ve ardından:-Ölmemek için evet, der.

Bunun üzerine bilge kişi gülerek şu sözleri söyler:

-Madem öyle, o zaman övünmeyin fazlaca.

Çünkü haşmetlim sizin servetiniz yalnızca ikibardak sudur.

15 Ara 2008

Harbiden dostluk üzerine


            Kasabanın birinde yaşayan bir aile varmış.

3 kişilik ailenin tek oğlu Rahmi eve geç gelir, ana-babasını endişelendirirmiş.

Babası bir gün sormuş: "Oğlum, ne yapıyorsun gece geç saatlere kadar böyle?"

 Çocuk "Arkadaşlarımla, dostlarımla birlikteyim baba!" demiş.

 Babası "Dost dediğin bir tane olur, o da her zaman değil! İhtiyacın olduğunda seni bulur!" demiş. Çocuk "Olur mu baba? Benim nerdeyse bütün arkadaşlarım dostumdur!" cevabını vermiş.

 Baba diretmiş: "Hayır oğ­lum, olur mu? Madem onların hepsi senin dostun; o zaman bir deneme yap da gör!" Bu konuşma üzerine baba oğul ahırda bir oğlak kesip halıya sarmışlar. Sonra çocuk bütün arkadaşlarının gece vakti evlerine git­miş ve yardım istemiş, "Birini vurup öldürdüm!" diyerek. Ancak bü­tün dost bildiği arkadaşlar olayı duyar duymaz kapıyı suratına kapatmışlar. Çocuk eve üzgün şekilde gelip babasına haklı olduğunu söylemiş. Babası ona dost/uğun yine de bu demek olmadığını ifa­de etmiş. Çocuk şaşırmış ve "Nasıl?" diye sormuş. 

Babası demiş ki: "Yumurtacı Ali benim dostumdur, git ona, adam vurduğunu söyle ve gel!" Çocuk yumurtacı Ali'nin yanına gitmiş ve adama halıyı gösterip durumu anlatmış. Yumurtacı Ali çocuğu arka tarafa götürmüş ve derin bir kuyu kazmış, sonra da halıyı içine bakma­dan kuyuya atmış. Üstünü de soğan filizleriyle kapamış, yeri dol­durmuş ve sonra "Babana selâm söyle!" deyip çocuğu uğurlamış.

 Çocuk büyük sevinçle babasının yanına gelmiş ve "Evet babacığım, dostluk bu olsa gerek!" demiş. Babası "Hayır oğlum, dostluk bu değil!" demiş.

 Ertesi günün cuma olduğunu ve Ali'nin pazar yerin­de yumurta tezgâhı bulunduğunu söyleye­rek eklemiş: "Ona git ve tezgâhı devir! Eğer Ali amcan lâf söylemeye kalkarsa bir de tokat at!" Çocuk şaşırarak "Olur mu baba? Bu kadar iyi bir insana bu yapılır mı?" diye sormuş. 

Babası "Sen dediğimi yap ve dostluğun ne demek olduğunu öğren!" demiş. Ertesi gün çocuk pazara gitmiş ve Yumurtacı Ali'nin tezgâhına tekme atarak tezgâ­hı devirmiş.

 Ona "Ne yapıyorsun oğlum, dur!" diyen Ali'ye bir de tokat atmış ve arkasına bakmadan kaçmış.

 Ardından Yumurtacı Ali çocuğa şöyle seslenmiş: "Oğlum! Babana selâm söyle! Biz 1000 yumurtaya,1 tokata soğan tarlası bozmayız!" Çocuk anla­mış ki, dostluk denilen şey hiç de kolay kazanalıcak bir şey değil.