27 Ara 2009


Adamın on tavuğu varmış. Ama ne yumurta veriyorlar ne de civciv.
Arkadaşları “horozsuz olmaz” demişler. Hemen bir horoz almış. Horozda aman bir faaliyet bir faaliyet. Yumurta verimi artmış, civcivler çıkmaya başlamış.

Fakat horoz tüyleri falan dökük cılız birşey. Adam ha öldü ha ölecek diye korkuyor. Horoza “aman fazla çalışma diyormuş. Birgün havada akbabalar dönmeye başlamış. Sahibi bir bakmış bizim horoz yerde yarı ölü yatıyor, akbabalar onun üstünde dolanıyor.

Adam yanına gitmiş. Horoza ben sana demedim mi “bu cılız halinle aman fazla çalışma” diye., bak ölüyorsun diyecek olmuş. Horoz gözünü aralamış yukarıdaki akbabaları göstermiş “Şişt!” demiş “Ürkütme, aşağıya insinler onları da öpeyim diye numara yapıyorum !”

16 Ara 2009

Her zaman arslan KAZANMAZ!


Bir vadide yaşayan hayvanlara arslan musallat olur. Hayvanlar toplana­rak aralarında konuşup arslana şöy­le bir teklifte bulunurlar. "Bizi bu şekilde korkutma, hırsına esir olma. Aç gözlülüğü bırak. Biz aramızda kura çekeriz, kura ki­me çıkarsa o gün senin nasibin o olur" derler. Bu teklif arslana uygun gelir. Hayvanlar böylece korkudan emin olurlar. Kura tavşana çıkınca tavşan arslana git­mez. Bütün hayvanlar gitmesi için zorlar­lar. Sonunda tavşan yola çıkar. Fakat bir hile düşünür ve gecikir. Arslanın sabrı taşmıştır. Sonunda tavşan gözükür. Ars­lan kızar. Ancak tavşan bahanesini söyler. Yanında bir arkadaşının olduğunu, yolda gelirken başka bir arslanın yolu tutup ken­dilerini bırakmadığını, arkadaşını rehin

koyarak aceleyle geldiğini söyler. Sözüne devam ederek artık yolun başka arslan ta­rafından tutulduğunu ve onun bir kuyuda bulunduğunu, hatta çok korktuğunu bildi­rir. Olup bitenlere kızan arslan sonunda öfke ve hırsla onu görüp hesaplaşmak ister. Tavşan önde, arslan arkada kuyuya yakla­şırlar. Tavşan kuyunun bulunduğu yere geldiklerinde titreyip korkar ve gideme­yeceğini bildirir. Arslan tavşana korkmamasını, o kötü arslana üstün geleceğini söyler. Tavşan kendisini koltuğuna alırsa kuyuya bakabileceğini ileri sürer. Bunun özerine arslan tavşanı kucağına alır, birlikte kuyu­nun başına varırlar. Derindeki suya baktı­ğı zaman arslan. kendi aksini görür ve ra­kibi öteki arslan zanneder. Hakkından gelmek için tavşanı bırakıp kuyuya atlar. "Zalimler için karanlık kuyu kendi yaptık­ları zulümdür. Zulme uğrayanların âhı ,onları yüzü koyun süründürür ."Mesnevi'den

13 Ara 2009

Bir Ressam’dan Hayat Dersi



Renklerin ustası olarak anılan büyük bir ressamın
öğrencisi eğitimini tamamlamış. Büyük usta öğrencisini uğurlarken, yaptığı resmi şehrin en kalabalık meydanına koymasını ve yanına da kırmızı bir kalem bırakmasını, haktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı iliştirmesini istemiş. Öğrenci bir kaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde resmin çarpı işaretleri ile dopdolu olduğunu görmüş. Üzüntüyle ustasına gitmiş.
Usta ressam öğrencisine, üzülmemesini ve
yeniden resme devam etmesini önermiş. Öğrenci resmi yeniden yapmış. Usta, yine resmi şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş. Fakat bu kez resmin yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde boya ile birkaç fırça koymasını ve yanına da insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmelerini rica eden bir yazı bırakmasını önermiş. Öğrenci denileni yapmış.
Birkaç gün sonra bakmış ki resmine hiç dokunulmamış.
Sevinçle ustasına koşmuş. Usta ressam, öğrencisine şöyle demiş; “İlkinde insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağnağı ile karşılaşabileceğini gördün. Hayatında resim yapmamış insanla dahi gelip senin resmini karaladı. İkincisinde onlardan yapıcı olmalarını istedin. Yapıcı olmak eğitim gerektirir. Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye cesaret edemedi. Emeğinin karşılığını, senin ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın. Sakın emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartışma.”
Eleştirmek kolay ama üretebilmek zordur. Yıkmak,
yaralamak için eleştirmek aciz ve beceriksiz insanların işidir.

26 May 2009

Acele Karar Vermeyin

Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. 

Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış…

Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.. ”Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı” dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki  at yok. 

Köylü ihtiyarın başına toplanmış: “Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi.Krala satsaydın  ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var  ne de atın” demişler…İhtiyar: “Karar vermek için acele etmeyin” demiş.”Sadece at kayıp” deyin, “Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar.Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç.Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.” Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler.

Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş…Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine.Dönerken de  vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ithiyardan özür dilemişler.”Babalık” demişler   “Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var..”  “Karar vermek için gene acele ediyorsunuz” demiş ihtiyar.  “Sadece atın geri döndüğünü söyleyin.  Bilinen gerçek sadece bu.   Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz.  Bu daha başlangıç. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?” Köylüler bu defa açıkça  ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden  “Bu herif sahiden gerzek”  diye geçirmişler…

Bir hafta geçmeden   vahşi atları terbiye etmeyeçalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış.   Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış.   Köylüler gene gelmişler ihtiyara. ”Bir kez daha haklı çıktın” demişler.   “Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak.  Oysa sana bakacak başkası da yok.  Şimdi eskisinden daha fakir  daha zavallı olacaksın”  demişler.   İhtiyar “Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz” diye cevap vermiş. ”O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar.  Ama acaba ne kadar doğru.  Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.” 

Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış.  Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış.  Köye gelen görevliler,  ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar.  Köyü matem  sarmış, çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş,  giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş.  Köylüler, gene ihtiyara gelmişler…  “Gene haklı olduğun kanıtlandı” demişler.   “Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında.  Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler.  Oğlunun bacağının kırılması  talihsizlik değil, şansmış meğer…”   “Siz erken karar vermeye devam edin” demiş, ihtiyar.  “Oysa ne olacağını kimseler bilemez.  Bilinen bir tek gerçek var.  Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde…  Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şnssızlık olduğunu sadece Allah biliyor.”

20 May 2009

ÖZGÜRLÜĞÜ ÇİZMEK



Bazen insanları hafife almak için 

"Çocuk gibisin, çocuk gibi davranıyorsun!" denir ya. 

Bu hikâyeden sonra çocuk gözüyle bakma­nın basit olmadığını anlıyor insan.

 Babası İspanya'nın en ağır siyasî cezalarının verildiği hapishanede mahkûmdu küçük kızın. Fırsat bulduğu her hafta sonu babasını ziyaret için annesiyle birlikte hapishaneye giderdi. 

Yine ziyarete giderken babası için çizdiği resmi yanında götürdü, ancak hapishane kurallarına göre özgürlüğü çağrıştıran her türlü şeyin mahkûmlara verilmesi yasaktı. 

Bu sebeple kâğıda çizdiği kuş resmini kabul etmemişler ve oracıkta yırtmışlardı. Çok üzülmüştü kü­çük kız. 

Babasına söyledi bunu, o da "Üzülme kızım, yine çizersin; bu sefer çizdiklerine dikkat edersin olur mu?" dedi. 

Küçük kız di­ğer ziyaretinde babasına yeni bir resim çizip götürdü. 

Bu sefer kuş yerine bir ağaç ve üzerine siyah minik benekler çizmişti. Baba­sı keyifle resme baktı ve sordu: "Hım mm! Ne güzel bir ağaç bu! Üzerindeki benekler ne? Portakal mı?" Küçük kız babasına eğile­rek sessizce cevap verdi:

 "Hşşşşt! O benek­ler ağacın içinde saklanan kuşların gözleri!"

16 Nis 2009

AZMİNİ YİTİRMEYEN ER GEÇ BAŞARIR!


 

Bir gün iki kurbağa süt dolu bir küpün içine düşmüşler. 

Kurbağalar atlamış, zıplamış, çırpınıp durmuşlar. Ama nafile!

 Küpün içi kaygan olduğu için bir türlü dışına atlayamamışlar. Kurbağalardan biri daya­namayarak "Buradan kurtuluş yok!" diye düşünmüş ve kendini salıvermiş, tabii sütün içinde boğulmuş. 

Öbür kurbağaysa azmini yitirmeyerek "Direnmeye devam etmeliyim; zıplayayım, belki gelip kurtaran olur!" diye düşünmüş, başlamış sıçrayıp debelenmeye ve bağırmaya... Uzun süre uğraşmış, didinip durmuş, bakmış ki kimse gelemiyor; tam azmini, umudunu yitiriyormuş ki, içinde zıpladığı süt çalkalanmadan dolayı kaymak bağlamaya başlamış. 

Direnen kurbağa da kaymağın üzerinde kalıp batmaktan kurtulmuş ve sıçrayıp dışarı atlayıvermiş.

21 Mar 2009

Kartallar Ve İnsanlar



Kartallar, kuş türleri içinde
en uzun yaşayanıdır. 70 yıla kadar yaşayan
kartallar vardır. Ancak bu yaşa ulaşmak için,
40 yaşındayken çok ciddi ve zor bir karar vermek
zorundadırlar. Kartalların yaşı 40′a vardığında
pençeleri sertleşir, esnekliğini yitirir ve bu
nedenle de beslenmesini sağladığı avlarını
kavrayıp tutamaz duruma gelir. Gagası uzar
ve göğüsüne doğru kıvrılır. Kanatları yaşlanır
ve ağırlaşır. Tüyleri kartlaşır ve kalınlaşır.
Artık kartalın uçması iyice zorlaşmıştır.
Dolayısıyla kartal burada iki seçimden
birini yapmak zorundadır;
Ya ölümü seçecektir.
Ya da yeniden doğuşun acılı ve zorlu
sürecini göğüsleyecektir.
Bu yeniden doğuş süreci, 150 gün kadar
sürecektir. Bu yönde karar verirse, kartal
bir dağın tepesine uçar ve orada bir kaya
duvarda, artık uçmasına gerek olmayan
bir yerde, yuvasında kalır. Bu uygun yeri
bulduktan sonra kartal gagasını sert bir
şekilde kayaya vurmaya başlar. En sonunda
kartalın gagası yerinden sökülür ve düşer.
Kartal bir süre yeni gagasının çıkmasını
bekler. Gagası çıktıktan sonra bu yeni
gaga ile pençelerini yerinden söker
çıkartır. Yeni penceleri çıkınca kartal
bu kez eski kartlaşmış tüylerini yolmaya
başlar. 5 ay sonra kartal, kendisine
20 yıl veya daha uzun süreli bir yaşam
bağışlayan meşhur “Yeniden Doğuş”
uçuşunu yapmaya hazır duruma gelir.
Kendi yaşamımızda sık sık bir yeniden
doğuş süreci yaşamak zorunda kalırız.
Zafer uçuşunu sürdürmek için, bize acı
veren eski alışkanlıklarımızdan ve
anılarımızdan kurtulmak zorundayız.
Ancak geçmişin gereksiz safrasından
kurtulduğumuzda, deneyimlerimizin yeniden
doğuşumuzun getireceği olağanüstü
sonuçlarından tam olarak yararlanabiliriz.
İnsanlar ile hayvanları ayıran en önemli
özelliklerden bir tanesi hayvanların
düşünmemekten kaynaklanan,
içgüdüsel olarak karar verebilmeleri
ve uygulayabilmeleridir. İnsanoğlu
düşündükçe karar vermekte zorluklar
yaşıyor ve kararsızlığı seçiyor.
Bazen kararlarımız acı da verse
her zaman “Yeniden Doğuş”u
müjdeleyebilir

2 Mar 2009

TİLKİ İLE YILAN


      Tilkiyle yılan arkadaş olur ve birlikte yolcu­luğa çıkarlar. 
     Bir ırmağın kenarına geldiklerin­de yılan tilkiye "Tilki kardeş! Ben yüzme bil­mem. Beni sırtına al da karşı kıyıya beraber geçelim!" der. Tilki, arkadaşının teklifini kabul eder. Yılan tilkinin beline sarılır, o da ırmağa girip yüzmeye başlar.
    Karşı kıyıya vardıkların­da yılan "Tilki kardeş! Ben seni sokacağım!" deyiverir. Neye uğradığını şaşıran tilki "Yılan kardeş! Biz seninle arkadaş değil miyiz? Bak, ben sana bunca iyilik ettim. Seni sırtıma al­masam ırmağı geçemezdin!" diye ne kadar dil dökmeye çalıştıysa da yılan hiç oralı olmaz ve "Bu benim huyum. Sokmak benim yapım­da var!" der. Bunun üzerine tilki bir an durur, sonra yılana "Peki yılan kardeş! Sok, ne yapa­lım? Bu benim kaderimmiş. Yalnız yüzüme bir defacık bak ki, ölmeden önce o güzel göz­lerini son bir defa göreyim!" Bu sözlere aldanan yılan, başını uzattığı an, tetikte duran tilki derhal atılıp başını kapıverir. Sonra da ölen yılanı ırmağın kenarında, kumların üzerine boylu boyunca uzatır ve kendi hilesine kurban giden arkadaşına şöyle der: "Yoook yılan kar­deş! Ben öyle eğri büğrü arkadaş istemem! Benimle arkadaş olacaksan, böyle dosdoğru olacaksın!"

26 Şub 2009

FARE KAPANI,...banane...


Evin minik faresi,
duvardaki çatlaktan bakarken çiftçi ve eşinin
mutfakta bir paketi açmakla meşgul olduklarını gördü.
Kendi kendine: “İçinde ne var acaba?” diye düşündü. Ama gördükleri onu dehşete düşürmüştü. Paketin içinden bir fare kapanı çıktı.

“Evde bir fare kapanı var,.. evde bir fare kapanı var !”
diye bağırarak anne ve babasının yanına koştu. Minik farenin bu telaşını gören anne ve baba fare, doğruca mutfağı görebildikleri çatlağın bulunduğu yere koştular. Evet minik farenin söyledikleri doğruydu. Evin sahipleri fare kapanı kuruyorlardı.
“Bu haberi bahçedeki hayvanlara da duyurmamız lazım” dedi baba fare. “Hem belki bize yardım edebilirler ne dersiniz?”

Anne baba ve minik fare doğruca bahçeye diğer hayvanların yanına koştular. “Evde bir fare kapanı var… evde bir fare kapanı var!..” Tavuk umursamaz ve bilgiç bir tavırla başını çevirdi ve gıdakladı: “Bu sizin sorununuz benim değil. Bana bir zararı olmaz.”

Tavuktan destek alamayan fare ailesi bu sefer telaşla koyunun yanına koştular.”Evde bir fare kapanı var!” diye haykırdılar bir kez daha. Koyun anlayışla karşıladı ama, “Çok üzgünüm ama sizin için dua etmekten başka bir şey gelmez elimden” dedi.

Fare ailesi bu kez ineğin bulunduğu ahıra koştu.
“Evde bir fare kapanı var!” İnek onları önce duymazdan geldi sonra döndü ve ” Sizin için üzgünüz ama beni hiç ilgilendirmiyor” dedi.

Yardım isteyebilecekleri başka kimse kalmamıştı. Umutsuz, başları önde, eve geri döndüler. Çiftçinin kurduğu fare kapanına birgün birer birer yakalanacaklarını biliyorlardı. Umutları yoktu. Yardım edecek kimse de. Evin içinde artık bir ölüm sessizliği vardı. Minik fare ve ailesi iki gündür açlık ve susuzluktan bitkin-hasta düşmüşlerdi. Birden bir gürültü duydular, gecenin sessizliğinde bölen ses fare kapanından geliyordu. Çiftçinin karısı, fare yakalandı diye düşünerek yatağından fırlamış ve mutfağa koşmuştu. Karanlıkta kapana, zehirli bir yılanın kuyruğundan kısıldığını fark edemedi tam ışığı yakmak üzereyken, kapana yakalanan yılan kadını ayağından soktu.

Çiftçi, karısını apar topar doktora götürdü. Doktor, zehiri temizledi, yarayı sardı ve eve gidebileceklerini ama hastanın iyi beslenmesi ve dinlenmesi gerektiğini söyledi. Kadıncağınız ateşi vardı ve ter içinde kıvranıp duruyordu. Böyle durumlarda taze tavuk suyunun gerekli olduğunu herkes bilirdi. Çiftçi de bıçağını alıp bahçeye koştu, tavuğu kesti. Karısı tavuk suyuna çorbayı içtikten sonra biraz kendine gelir gibi oldu.

Kadının hastalığını duyan akrabaları-kolu-komşu ziyarete geldiler. Evde pek bir şey yoktu. Onlara ikram etmek için çiftçi bahçedeki koyununu kesti.

Kadının durumu gittikçe kötüye gidiyordu. Belli ki yılan çok zehirliydi. Birkaç gün sonra kadın öldü. Cenazeye çok insan gelmişti. Yemek yapılması gerekiyordu. Çiftçi, mezbahadan bir kasap çağırıp ineği kestirdi.
Fare ailesi ise tüm bu olan biteni duvardaki delikten üzüntü ile izlediler.

21 Şub 2009

AKILI PUROCU


Akıllı purocu

Amerika'da bi adam çok değerli ve ender bulunan purolardan bir kutu almış ve bunları her türlü yangına karşı sigortalattırmış. Adam purolarını keyifli keyifli içmiş, sonra da tam sigortanın son taksidinin ödeme günü geldiğinde, "Purolarım seri yangınlar sonucunda yandı. Zararımı karşılayın" diyerek sigorta şirketine başvurmuş. Şirket taabi ödeme yapmayı reddetmiş. Gerekçe de, puroların "alışılmış" yöntemlerle yanmasıymış. Bunun üzerine adam da mahkemeye başvurmuş.

Hakim davayı adamın lehine sonuçlandırmış; çünkü elindeki sigorta poliçesinde "kabul edilemez yangınlar" diye bi madde yokmuş, purolar her türlü yangına karşı sigortalıymış. Şirket karşı davanın uzun süreceğini ve sonunda da başarılı olunamayacağı ihtimalinin yüksek olduğunu gördüğünden kararı kabul etmiş. Adama "zararı" karşılığında tam 15 bin Amerikan doları ödenmiş.


Olay asıl bundan sonra başlıyor: Sigorta şirketi adam parasını tahsil ettikten sonra polise başvurmuş ve purocuyu 24 kundakçılık olayından suçlu göstererek tutuklattırmış. Sigorta poliçesini ve mahkemedeki ifadesini de delil olarak mahkemeye sununca adamın kaçacak yeri kalmamış. Bizimki ender bulunan puroları bilerek ve isteyerek "kundaklamak" suçundan hepsi başına birer aydan toplam 24 ay hapis cezasına çarptırılmış!

4 Şub 2009

BALON...

Küçük çocuk, baloncuyu büyülenmiş gibi takip ederken şaşkınlığını gizleyemiyordu. Onu hayrete düşüren şey, "Bizim eve bile sığmaz!" dediği o güzelim balonların adamı nasıl havaya kaldırmadı ğıydı. Baloncu dinlenmek için durakladı ğında o da duruyor ve sonra yine takibe koyuluyordu. 
Bir ara adamın kendisine baktığını fark ederek ona doğru yaklaştı ve bütün cesaretini toplayarak, "Ba loncu amca!" dedi, "Biliyor musun, be nim hiç balonum olmadı!" Adam çocuğu şöyle bir süzdükten sonra, "Paran var mı?" diye sordu, "Sen onu söyle!" Çocuk, "Bayramda vardı!" diye atıldı, "Önümüz deki bayram yine olacak!" Adam, "Öy leyse bayramda gel!" dedi. "Acelem yok, ben beklerim!" dedi çocuk. Çocuk ses sizce geri döndü. O ana kadar balonlar dan ayırtmadığı gözleri dolu dolu olmuş, yürümeye bile mecali kalmamıştı. Birkaç adım attıktan sonra elinde olmadan tek rar onlara baktığında gördüklerine ina namadı. Balonlar her nasılsa adamın elinden kurtulmuş ve yol kenarındaki bü yük bir akasya ağacının dallarına takıl mıştı. Çocuk olup bitenleri büyük bir merakla takip ederken, baloncu ona doğru dönerek, "Küçük!" diye seslendi. "Balon ları ağaçtan kurtarırsan birini sana veri rim!" Yapılan teklif yavrucağın aklını ba şından almıştı. Koşarak ağacın altına doğru yöneldi ve ayakkabılarını aceleyle fırlatıp tırmanmaya başladı. Hedefine adım adım yaklaşırken duyduğu heye can, bacaklarını kanatan akasya dikenle rinin acısını hissettirmiyordu. Sincap çevikliğiyle balonlara ulaştığında bir müd det onları seyretti ve dallara dolanan ipi çözerek baloncuya sarkıttı. Ancak balon lardan birisi iyice sıkıştığından diğerlerin den ayrılmış ve ağaçta kalmıştı. Çocuk onu kurtarmaya kalkışsa dikenlerden patlayacağını çok iyi biliyordu. İster iste mez balonu yerinde bırakıp aşağıya indi ve adama dönerek, "Birini bana vere cektiniz?" dedi. "Hangisi o?" Adam elini tersiyle burnunu sildikten sonra, "Seninki ağaçta kaldı evlat! istersen çık al!" Çocuk bu sefer ayakta bile duramadı. Kaldırım kenarına oturup baloncunun uzaklaşmasını bekledikten sonra dal lar arasında parlayan balona uzun uzun baktı ve "Olsun!" diye mırıldandı. "Olsun! Ağacın üzerinde kalsa da, bir balonum var yo artık!"

17 Oca 2009



Bir lise öğretmeni bir gün derste öğrencilerine bir teklifte bulunur: “Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz?” 

Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler. ”O zaman” der öğretmen.

 “Bundan sonra ne dersem yapacağınıza da söz verin” Öğrenciler bunu da yaparlar. “Şimdi yarınki ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz!”

 Öğrenciler , bu işten pek birşey anlamamışlardır. Ama ertesi sabah hepsinin sıralarını üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır.

 Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen: “Şimdi, bugüne dek affetmeyi reddettiğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun.”

 Bazı öğrenciler torbalarına üçer-beşer tane patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuştur. Öğretmen, kendisine “Peki şimdi ne olacak?” der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar: “Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde? hep yanınızda olacaklar.”

 Aradan bir hafta geçmiştir. Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikayete başlarlar: “Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor.” “Hocam, patatesler kokmaya başladı. Vallahi, insanlar tuhaf bakıyorlar bana artık.” “Hem sıkıldık, hem yorulduk?” 

Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir: 

“Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkum ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir ihsan olarak düşünüyoruz, halbuki affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir.

5 Oca 2009

BİR BOŞANMA DÂVASI



                Mahkeme salonu gün ortası tenhalığındaydı. İlginç bir dâva olmadığı için salonda fazla izleyici yoktu. Gencecik hakim salona girdi. Önündeki dosyaya bir göz attı: "Yine boşanma dâvası ha!" Başını kaldırdı. Bakışla­rını dâvâlıyla davacıya çevirdi. İkisi de 70'ini aşkın görünüyordu. Şaşkınlık içinde sordu: "Boşanmak mı istiyorsunuz?" Yaşlı kadının gözleri doluydu.

   Kırpışma kırpıştım torunu yaşındaki hakime baktı ve inim inim bir sesle  hikâyesini anlatmaya başladı: 

"Bu gördüğün adamla 50 yıl kadar önce  evlendik yavrum! Evlendiğimizin birinci yıldönümünde kocam olacak bu adam bana sedef çiçeklerinden oluşan bir buket verdi. Onları öyle çok sevdim ki, yapraklarından yeni sedef çiçekleri ürettim. Zamanla çoğaldılar. Çocuğum da olmadığı için bütün sevgimi onlara yöneltmiştim. isimler bile takmıştım." 

Gözlerini sildi: "Her gün sedef çiçeklerimi suluyor, toprağını havalandırıyor, sevip okşuyor ve onlarla konuşuyordum. Bir gün baktım, yaprakları sararmaya başladı. Kocam bahçıvandır. Çiçeklerimin neden sararıp solduklarını sordum. Bana dedi ki: 'Sedef çiçekleri gündüz değil, gece yarısından sonra sulanırmış. Bunu duyduğumdan beri hasta­lıkta sağlıkta, soğukta sıcakta, tam 50 yıl boyunca her gece sabaha karşı saat 2 de yatağımdan kalkıp evlâtlarını emziren anne hassasiyeti içinde sedef çiçeklerimi suladım. Bu benim kocam olacak adam, 'Bir gece de ben kalkayım, karıma yardımcı olayım!' demedi. Hiçbir faydasını görmedim." 

"Peki!" diye araya girdi genç hakim, "Boşanmak için bunca sene neden bekledin nine?" Yaşlı kadın yemenisinin ucuyla gözlerini silerken konuştu: "Ailenin kutsal olduğunu öğrettiler bize evlâdım, zırt pırt boşanma olmaz. Boşanmak için bıçağın kemiğe dayanması lâzım!" 

"Anladım !" derken gülümsedi hakim, "Peki, bıçak ne zaman kemiğe dayan-  di?" "Birkaç gün önce!" diye soruya cevap verdi yaşlı kadın, "Yorgunluktan, belki de yaşlılıktan o gece uykuda kalmışım. Çiçeklerime su vereme­dim. Yavrucaklar susuzluktan sararıp soldular. Kocam olacak adam, hiç olmazsa beni uyandırarak yardım etseydi! Ama hayır! O kadar duyarsız ve umursamaz biridir ki, uyanmışsa bile sırf bana yardımcı olmamak için  beni uyandırmamıştır. Böyle bir adamla artık bir dakika bile evli kala­mam, lütfen bizi boşayın!"

 Kadın sustu. Gözlerini tekrar sildi. 

Gencecik hakim yaşlı adama döndü: "Nineyi duydun, söyleyecek bir şeyin var mı?" "Var!" dedi yaşlı adam, karısı tarafından ağır şekilde suçlandığı için Önüne doğru bakarak anlatmaya başladı: 

"Askerliği reisicumhur köşkünde bahçıvan olarak yaptığım sırada tanıdım Ayşe'mi. Ona sedef çiçeklerin- den buketler verdim. Delice sevdik birbirimizi. Sonra evlendik. Evliliğimi­zin ilk yıllarında boyun ağrısı çektiği için doktora götürmüştüm. Doktor, boyun kireçlenmesi teşhisi koydu. Uzun süre yatakta kalırsa boynunda­ki kireçlenmenin artacağını, bu sebeple her gece kalkıp gezinmesi gerek­tiğini söyledi. Fakat eşim inatçıdır, doktoru dinlemedi. Aramızda bu tar­tışma sürerken sedef çiçekleri yaprak dökmeye başlamaz mı, hemen aklıma bir cinlik geldi: Onları gece yarısından sonra sularsa yeşereceğini söyledim. Böylece uzun süre yatakta hareketsiz kalmamasını sağlamak istiyordum. Ancak uykusu ağırdır Ayşe'min. Bu yüzden yıllardır saat 2'lere kadar uyumadım. Çeşitli yollardan onu uyandırdım. Sevdiğim ka­dını evlâdı gibi sevdiği çiçeklerini sularken her gece gizlice seyrettim. Ama geçen gece yaşlılık işte, uyanamamışım. Uyanamayınca da Ayşe'mi de uyandıramadım. Çiçekler susuz kaldı. Bu yüzden de suçlanıyorum. Ve dünyada her şeyden çok sevdiğim kadın, bu yüzden beni boşamak istiyor."

 Yaşlı kadın kocasına baktı. Hıçkırdı, sarsıldı. "Nasıl da yanılmışım?" diye bağırdı. Sendeleye sendeleye kocasının yanına gitti, kocasına sarıldı. 

"Her şey göründüğü ya da sanıldığı gibi değildir" diye mırıldandı gencecik hakim, 

"Herkes hayatı kendi duruşuna göre yorumlar." 

Dosyayı mübaşire uzattı: "Dâva düşmüştür." 

Gözlerinden iki damla yaş damlıyordu.

            .           

BALONCUNUN ZENCİ ÇOCUĞA İBRETLİK CEVABI


Küçük zenci çocuk şehrin lunaparkında dolaşırken satıcının elindeki balonları seyre dal­mıştı.

Her renkten ve her biçimden balonlar ışıl ışıl parlıyorlardı. Derken birdenbire kır­mızı balon kazara bağlandığı yerden kurtularak havada uçtu, uçtu, uçtu ve nihayet aşa­ğıdan seçilemeyecek kadar yükseldikten sonra gözden kayboldu.

Bu manzarayı seyret­mek için öyle insan kalabalığı toplanmıştı ki, satıcı bir tane daha bırakmanın iyi reklam olacağını düşünerek havaya parlak sarı renkte balon daha bıraktı. Arkasından bir tane de beyazını çözdü.

Küçük zenci, olduğu yerden büyük hayranlık içerisinde ardı ardına uçan rengârenk balonları seyrettikten sonra "Baloncu amca!" dedi. "Acaba bir de siyah renkte balon bıraksanız, ötekiler kadar yükselir mi ?"

Baloncu adam anlayışlı bakışla ço­cuğa tebessüm ederek siyah renkli balonu çözdü.

Parmaklarını gevşetip onu da boşluğa bırakırken "Yavrum !" dedi,

"Bizi yükselten dışımızdaki renk değil, içimizdeki cevherdir."

Altın renkli kutu



 

         Pek çok şeyi çocuklardan öğreniriz. 

Geçenlerde bir arkadaşın 3 yaşındaki kı­zını bir rulo altın renkli kaplama kâğıdını ziyan ettiği için ceza­landırmıştı.

 Durumları iyi değil­di ve kızının kâğıtları bir kutuyu süslemeye harcaması onu çok sinirlendirmişti. 

Buna rağmen küçük kız ertesi sabah hediyeyi babasına getirdi ve "Bu senin için babacığım!" dedi. 

Arkada­şım, gösterdiği tepki için kendi­ni suçlu hissetti ama kutunun boş olduğunu görünce için için sinirlenmekten de kendini alamadı. 

Kızına bağırdı: "Birine hediye verdiğin zaman içinin dolu olması gerektiğini bilmi­yor musun?" 

 Küçük kız babası­na yaşlı gözlerle baktı ve şöyle dedi: "Ama babacığım, kutu boş değil ki! Ben kutunun içine öpücüklerimi üflemiştim. Hepsi senin için babacığım!"

 Babanın içi paramparça olmuştu. Kızını kucakladı ve onu affetmesi için yalvardı. 

 Arkadaşım bu altın renkli kutuyu yatağının başucunda yıllarca sakladığını anlat­tı bana.

 Ne zaman cesaretini kaybetse, kutunun içinden ha­yalî bir öpücük çıkarıyor ve onu oraya koyan çocuğunun sevgi­sini hatırlıyordu.

  Gerçek anlam­da bakmak gerekirse, her birimiz arkadaşlarımız ve aileleri­miz tarafından bize sunulan kar­şılıksız sevgi ve öpücüklerle do­lu altın renkli kutulara sahibiz. 

Dünyada sahip olabileceğimiz en değerli şeylerdendir bunlar...